29 Ocak 2016 Cuma

Doğu Karadeniz Turlarının Yıldızı: Batum


Son yıllarda yıldızı parlayan şehirlerden biri Batum. Gürcistan’ın Karadeniz sahil şeridinde, Artvin iline komşu bu şehre ilgi her geçen gün artıyor.
Batum, Doğu Karadeniz turlarının bir parçası artık. Hatta olmazsa olmazı.
Bu hoş bir durum bence. Çünkü Türkiye’nin en güzel bölgelerinden biri olan Doğu Karadeniz’i doya doya gezerken, komşumuz olan bir ülkenin herkese her aradığını sunan bir şehrini de vizesiz, pasaportsuz ziyaret imkânına sahip oluyor insan.
Sarp sınır kapısından yalnızca TC kimlik numarası olan nüfus kâğıdınız ve yurt dışı çıkış harcınızla kolayca geçiyor ve bu memleketi dilediğiniz gibi gezebiliyorsunuz.
Batum, Gürcistan’ın Karadeniz kıyısında, Acara Özerk Cumhuriyeti’nin yönetim merkezi olan, Transkafkasya Demiryolu’nun ve Bakü Petrol Boru Hattı’nın son bulduğu önemli bir liman kenti ve ticaret merkezi.
Benim sevdiğim şehirlerden biridir Batum. Eski bir Rus şehri olmanın pek çok özelliğini taşır. Güzeldir bu şehirler. Öncelikle güneş planlı şehirler kategorisine girdikleri için. Yani birbirine yakın iki ana meydan vardır ve şehrin planı da bu meydanları merkez alarak onların etrafında döner ve size yürüyerek şehri gezme olanağını sunar.
Batum’un belki de en sevimli özelliği, şehir sakinlerinin çoğunun ve hemen hemen tüm turizm çalışanlarının az ile çok iyi seviyeler arasında Türkçe konuşabiliyor olmaları. Son yıllarda Batum’a yerleşen epey Türk var. Gelişmekte olan şehirlerden biri olduğu için müthiş iş imkânları sunuyor Batum.
Sarp kapısından kara yoluyla ya da İstanbul’dan uçakla ulaşabilirsiniz Batum’a. Hangisiyle gelirseniz gelin, bahsettiğim gibi pasaporta ihtiyacınız yok. Yalnızca TC kimlik numarası olan nüfus kâğıdı ve yurt dışı çıkış harcı gerekiyor.
Şayet kara yoluyla geliyorsanız size naçizane tavsiyem, yurt dışı çıkış harcı işlemlerinizi sınır kapısına bırakmamanız. Kapıda genelde yoğunluk oluyor, önce harç sırasına girip sonra da ayakta bilgileri yazmanız gerekiyor. Eğer yolunuz Arhavi’den geçiyorsa, sahil yolundan Arhavi merkeze saparken hemen yolun kenarında Turizm Enformasyon Bürosu’nu göreceksiniz. Oraya uğrayın ve evrakları oradan alın derim. Yalnız kişi sayısı çok ise, mutlaka önceden aramakta yarar var.
Kara yoluyla gidenler için önemli bir iki bilgiyi unutmadan aktarmak gerekiyor. Eğer günü birlik bir gidiş ise ve yanınızda bagaj yoksa sorun yok ama gecelemeli ve/veya bagajlı seyahat ise, Türk sınır kontrolünden sonra Gürcü kontrolünden bagajlarınızla geçmeniz gerekiyor.
Kara yoluyla geri dönecekler için de yeni bir kural getirildiğini hatırlatayım. Üç günün altında kalacaksanız şayet Batum’da, gümrükten hiçbir şey geçirtmiyorlar. Hatta yanınızda gümrükten, duty free’den alınmış bir şey varsa, onun parası kadar ceza da ödetiyorlar. Tabii bu kural uçuşta geçerli değil. Havalimanı’nda istediğiniz alışverişi yapabiliyorsunuz ve Türk Lirası da geçerli duty free’de.
Bu arada şehre gitmeden para bozdurmakta fayda var. Batum’da kendi para birimleri olan Lari dışında hiçbir parayı almıyorlar. Her şeyi Lari ile ödemeniz gerekiyor. Kredi kartıyla yapılacak ödemelerde de ciddi zarara uğrarsınız, bilginiz olsun.
Özellikle kara yoluyla gelenler, Sarp kapısından geçip, Batum’a doğru bir müddet gittikten sonra, yol üstündeki döviz bürolarında para bozdurursa daha kârlı çıkarlar. Şehirde kur genelde daha düşük. Seyhatinizin sonunda elinizde Lari kalırsa bozdurmanız mümkün sınırda ya da havalimanında. Bozuk paraları almıyorlar haliyle, onları bitirmeye bakın.
Alışveriş meraklılarına mutlaka belirtmeliyim ki, bu şehir size göre değil. Meşhur Gürcü şaraplarından başka kayda değer bir şey yok. Klasik olacak ama, Türkiye’de her şey var. Hem de alâsı. Fazla alacak şey yok.
Batum, eskiye oranla çok daha güvenli bir şehir. Eskiden yolda yürümek mümkün değilken, şimdi artık istediğiniz saatte istediğiniz yerde rahatlıkla gezebiliyorsunuz. Tek sıkıntı, nereye giderseniz gidin, karşınıza çıkacak olan dilenciler. Onlara dikkat etmek gerek.
Batum’a hangi yoldan gelirseniz gelin, ne kadar kalacak olursanız olun, mutlaka iki önemli noktayı ziyaretinizin başında bitirmenizi tavsiye ederim. Sonrasında yolunuzu uzatır ve zaman kaybettirir.
Sarp kapısından giriş yaptıysanız, daha sınırı geçer geçmez sahil şeridinin hemen hemen tümünün plaj olarak kullanıldığını göreceksiniz. Batum’a doğru ilerlerken yol üzerinde Apsaros Kalesi çıkacak ilk olarak karşınıza. Burayı mutlaka gezin.

Bu kale, Çoruh Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü Gonio kasabasında Romalılardan kaldığı söylenen bir kale. Kalelerin tam tarihlerini belirlemek zordur. Her dönemin kendine has savaş teknikleri ve savunma sistemleri vardır. Bu nedenle kimi zaman eski bir kaleyi kullanmış, kimi zaman o kaleye ekler yapmış, kimi zaman ise yıkıp aynı yere yeni bir kale yapmıştır değişik dönemlerin değişik uygarlıkları. Ama bir sorun daha var ki, bu da göz önünde bulundurulmalı. Türkiye’nin Karadeniz sahillerinde de, bu yörelerde de yeterli arkeolojik araştırmalar yapılmamıştır. Yapılan çalışmalar ve araştırmalar da ancak MÖ 3000’lere kadar götürüyor buraların tarihini. Bence daha eskilere dayanıyor ve araştırma yapılsa çok enteresan sonuçlar çıkacaktır. Deniz kenarında ve oldukça stratejik bir bölgede bulunan bu kalenin içindeki arkeolojik kazılar üç katman varlığı gösteriyor: Roma, Bizans ve Osmanlı.
Kalenin içindeki arkeolojik buluntuların sergilendiği küçük müze çok güzel. Genel tarih bilgileri, çizimler, fotoğraflar ve buluntular ilginizi çekecektir. Küçücük müzede gerçekten çok hoş bir sergileme yapılmış.
Kalenin bahçesinde Batum’un subtropikal iklimini yansıtan ağaç ve bitki bolluğu içinde yürüyüp gezmek çok keyifli. Bahçedeki Aziz Mathias’a ait olduğu kabul edilen mezar, değişik dönemlere tarihlenen mezarlar, Osmanlı hamam kalıntıları ve değişik arkeolojik açmalar ilgi çekici.
Kaleden çıkıp yola devam edince sahil şeridini ve Batum şehrinin merkezini göreceksiniz. Özellikle son yıllarda her geçen gün daha da yoğunlaşan inşaat faaliyetleri dikkatinizi çekecek. Ülkede bir yandan Rus rejimi sırasında zarar gören ve yıkılan binalar restore edilirken, bir yandan da yeni binalar yapılıyor. Şehri gezerken Türk firmalarının bu işin başını çektiğini ve inanılmaz derecede yatırım yaptığını fark etmemeniz mümkün değil. Türk inşaat firmaları genelde rezidans tarzı binaları yapıyorlar. Sahil şeridine çok yakın yerlerde zaten varolan beş yıldızlı otellerin yakınlarında, aklınıza gelebilecek uluslararası tüm beş yıldızlı otellerin de inşaatı var.
Şehirde dikkatinizi çekmemesi mümkün olmayan bir başka şey de casino bolluğu. Her köşede casinoların reklamı var. Sanırım Rusya’nın casino cenneti yapılmaya çalışılıyor Batum.
Şehrin dokuz kilometre kuzeyinde Mtsvane Kontskhi’de dünyaca meşhur Botanik Bahçesi ikinci ziyaret mekânınız olsun.
19. yüzyılın sonlarında kurulan Botanik Bahçesi, 20. yüzyılın başlarında sistematik bir çalışmayla akademik bir karaktere bürünmüş. Resmi açılışı yapılıp, bitkilerin yetiştirilmesi ve tanıtılmasına yönelik çalışmalar yapılmış. Çok büyük bir alana yayılan bahçede yer alan binlerce bitki türü, ağaçlar, çalılar ve kesme çiçekler arasında Kafkasya’ya özgü yarıtropik bitkiler olduğu gibi, Uzak Asya, Yeni Zelanda, Kuzey, Orta ve Güney Amerika, Himalayalar, Avustralya ve Akdeniz’den bitkilerin yetiştirildiği değişik bölümler var.
Botanik Bahçesi’ne üst ya da alt kapıdan girip gezebilirsiniz. Bahçe çok büyük olduğu ve değişik bölümlere ayrıldığı için her yerini gezmek ve her şeyi görmek çok zor. Aslında en akıllıcası üst kapıdan girip alt kapıya yürümek ve görebildiğiniz kadarını görmek. Ama illâ her şeyi göreceğim derseniz akülü arabalarla gezme şansınız da var. Belli bir ücret karşılığı tüm parkı dolaştırıyorlar.
Bu iki uç noktayı ziyaret ettikten sonra asıl işin keyifli tarafı başlıyor. Şehir merkezini gezmek.
Şehrin tam merkezi limana çok yakın. Nereden isterseniz başlayıp her yeri yürüyerek gezebilirsiniz.
Şehrin merkezinde yemek yemek için çok imkân var. Deniz kenarında bazı lokantalar olduğu gibi, hemen Gogebashvili Caddesinin merkeze yakın olan tarafında pek çok Türk lokantası da dikkatinizi çekecektir.
Bir şehri tanımanın en iyi yolu, yürüyerek gezmektir. Ben buna inanırım. Sokaklara dalın, kaybolun… Tavsiye ederim.
Kaybolmak da mümkün değil ya aslında, neyse…

Piazza Meydanı, Batum’un sembolü adeta. Yapımı 2010 yılında biten meydan bir açıkhava kültür merkezi. Özellikle de son yıllarda dünyaca meşhur pek çok sanatçının konserine ev sahipliği yapmış.

Batum Meryemana Katedrali de 19. yüzyılın sonlarında Neo-Gotik tarzda yapılmış hoş bir katedral. Başlangıçta Katolikler için inşa edilmiş olan katedral bugün Gürcü Ortodoks Kilisesi’ne ait. Şansınız varsa katedrali ziyaret edebilirsiniz. İçeride fotoğraf çekmek yasak. Kadınların mutlaka baş örtüsü takması gerekiyor. Yanınızda yoksa her kilisede baş örtüsü ve etek var, aklınızda olsun. Bu katedralde çoğu zaman içeri girmeye çalışanlara karşı ciddi bir müdahale söz konusu olabiliyor. Görevliler içeri girmenizi engelleyebilir. Dua ya da ayin zamanı olabiliyor bazen böyle. Son gittiğimde hiçbir engelle karşılaşmadan grubumla birlikte girdim içeri, hatta bayağı uzun kaldık, misafirlerim mum yaktı, dua etti. Üstelik benim üstümde blue jean vardı ve kimse bir şey demedi.
Şehirde daha pek çok dini yapı var.
Yapımına 19. yüzyılın sonlarında başlanıp 20. yüzyılın başlarında bitirilen Azize Barbara Kilisesi.
Taşları Trabzondan getirilen, Osmanlı döneminde 19. yüzyılın ikinci yarısında Yunan Katolik Kilisesi olarak yapılan ama 1879’dan sonra Rus Ortodoks Kilisesi olan Aziz Nikola Kilisesi. Şehrin önemli kiliselerindendir.
1873 yılında yapılan Ermeni Kilisesi. 1885’te orijinal ahşap bina yıkılmış ve yerine bugünkü bina yapılmış. Çok hoş bir kilise. Genelde kapalı. Açık bulursanız mutlaka girin, bahçesine de bir göz atın.
Batum’da bir de Katolik Kilisesi var. Elli bine yakın Katolik Hıristiyan’ın yaşadığı şehirdeki bu kilise 2000 yılında modern tarzda inşa edilmiş.
Orta Camii, Batum’daki tek cami. Deniz kenarında yürüdüğünüzde caminin minaresini görüyorsunuz hemen. Şehirde üç cami varmış, Sovyet döneminde her dini yapı gibi bunlar da zarar görmüş ve faaliyetlerine son verilmiş. Geriye kalan tek cami, 1886’da yaptırılmış olan Orta Camii. Bu caminin kapısı orijinal ama geri kalan her şey yeni.
1899 yılında Yahudilere bir sinagog yapmaları için izin çıkmış. Sinagog 1904 yılında açılmış. Bu bina da Sovyet rejimi sırasında kapalı kalmış. 1998’de restore edilip yeniden açılmış.
Şehirde pek çok güzel müze de var. Ben size özellikle Ajara Müzesi’ni öneririm. Tipik bir etnoğrafya müzesi. Eser bolluğu ve sıcak sergi stilinden hoşlanacağınıza eminim.
Yollarda yürürken eski evlere dikkat edin. Çoğunun dışı yenilenmiş. İçleri perişan vaziyette olan da çok var, dışı yenilenmemiş olan da. Fotoğraf çekmek isteyenler için çok malzeme var bu şehirde.
Baltık mimarisini andıran çok şey göreceksiniz. Bazı sokaklar bana Kars’ı anımsatıyor. Eski evlerde Kars’tan bildiğimiz peç denen ısıtma sistemi de var.

Avrupa Meydanı diye anılan meydanda 2007 yılında dikilen Medea ve Altın Post heykeli şehrin her köşesinden görülür neredeyse. Altın Post efsanesi aslında Halikarnas Balıkçısı’nın da gayet isabetli bir şekilde aktardığı gibi, her şeyi Batı’ya yazma sevdasından, sonradan uydurularak mitolojik hikâyelerin arasına katılan bir hikâyedir. Bu meydan çok güzel bir meydan. Kafeleriyle, etrafındaki hoş binalarıyla mutlaka vakit geçirmeye değer.

Avrupa Meydanı’na çok yakın olan bir başka güzel meydan da Tiyatro Binası’nın olduğu meydan. Meydanın tam orta yerinde Neptün heykeli ve üzerinde durduğu zarif çeşme fotoğrafçılar için hoş bir görüntü sunuyor. Hele hele heykeli kadrajın sağına oturtup, ortaya Radisson Otel ve en sola yeni açılacak olan yüksek binayı alırsanız, görüntüye siz de bayılacaksınız.
Bu meydanın hemen yakınında Kolonad denen güzel bir başka mekân var. Ortadaki havuzu ve fıskiyeleri ile akşamları pek keyifli bir yer. Bütün şehir orada gezmeye çıkar, buluşur. Turizm enformasyon bürosu da tam o meydanın başında. Şehir haritası ya da hediyelik eşya için güzel bir yer.
Her köşede kafeler, içki satan dükkânlar, restoranlar dolu. Aç ve susuz kalmak mümkün değil.
Şehrin güzel parklarından biri de biraz ötedeki Nurigeli gölünün yanındaki 6 Mayıs Parkı.
Ardagani Gölü’nde ise akşamları çok hoş bir gösteriye tanık olabilirsiniz. Fıskiyeler ve müzik eşliğindeki ışık oyunları ile onlara ayrı bir hava katan inanılmaz güzellikteki hologramlar. Kuğu Gölü Balesi’nden göbek dansına kadar her şey var. Sanki gerçek gibi, sanki birileri orada dans ediyormuş gibi. Bu ışık ve su oyunları sırasında, yani hava kararınca, şehirdeki tüm binalarda ışıklandırma oluyor. Hepsi birbirinden güzel.
Rus şehirleri heykelleri ile meşhurdur. Bu şehirde de heykel bol. Tam Ardagani Gölü’nün karşısındaki Adalet Sarayı ve göl arasındaki meydanda bulunan yuvarlak heykel de hem ışıklandırılıyor hem de dönüyor su ve ışık oyunları sırasında. Bu heykel, şehrin merkezinde, deniz kenarında dönme dolabın yanında duran ‘Ali ve Nino’ heykelinin yaratıcısı, dünyaca ünlü heykeltraş Tamara Kvesitadze’ye ait.
Ardagani Gölü’nde ışık ve su oyunlarının yapıldığı yerde büyük bir lokanta var. Grand Grill adındaki bu lokantayı bir Türk işletiyor. Türk ve Gürcü yemekleri var; son derece güzel ve zarif bir lokanta. Çok rahat edecek ve çok memnun kalacaksınız.

Şehir merkezinde deniz kenarında ‘Mucize Parkı’ diye adlandırılan parkta koca bir bina dikkatinizi çekecek. Binanın üstünde Gürcü alfabesinin harfleri var. Harfler DNA şeklinde dolanarak binanın tepesine kadar gidiyorlar. Binanın adı da zaten ‘Alfabe Kulesi’. Binanın içindeki asansör ile binanın tepesindeki döner lokantaya ulaşılabiliyor. Binada ayrıca bir rasathane ve televizyon stüdyosu da var.
Bu Alfabe Kulesi’nin hemen yanında eski bir deniz feneri göreceksiniz. Bence binanın İspanyol mimarı Alberto Domingo Cabo bu fenerden esinlenerek yapmış kuleyi. Zaten kule de bir deniz fenerini andırıyor. Hakkında yazı yazasım var.
Kulenin ve deniz fenerinin olduğu yer sahil şeridi ve yürüyüş yapılabilecek, bisiklete binilebilecek yollar olduğu gibi, halka açık plaj aynı zamanda. Radisson otelin özel plajı da var kıyıda.
Hemen bunların yanında kocaman bir dönme dolap göreceksiniz. Son derece yavaş hareket eden, güvenli bir alet. Mutlaka binin. Şehri yukarıdan görmek ve fotoğraf çekmek için çok iyi bir çözüm. Özellikle de eğer Batum’da kalıyorsanız, gece hava karardıktan ve şehir aydınlatıldıktan sonra binin. Gerçi gündüz de güzel. Bütün şehri görebiliyorsunuz.

Hemen dönme dolabın yanında, deniz kıyısında bir heykel var. Sekiz merte boyundaki bu metal heykel, karşılıklı duran bir kadın ve bir erkeğin heykeli. Geceleri ışıklandırılan ve hareket eden bu heykel, Kurban Said’in ünlü romanı Ali ve Nino’nun adını taşıyor. Ünlü sanatçı Tamara Kvesitadze bu eseri 2010 yılında yapmış. Heykel ölümsüz aşkın, Avrupa ile Asya’nın kesişen yollarının, birbirine yabancı halkların ve insanların karşılıklı anlayış ve hoşgörülerinin sembolü.
Müthiş bir hikâye ve müthiş bir eser, muhteşem bir çalışma.
Siz şehri doya doya gezin ve tadını çıkartın. Aslında tüm bu yazdıklarımı bir gün içinde bile yapabilirsiniz. Ama geceliyorsanız daha da güzel, çünkü Batum’un ışıklandırılmış halinin tadına doyum olmuyor.

(14 Ağustos 2013 tarihli yazımdır)

20 Ocak 2016 Çarşamba

Gel Yine... Geleceğim!

Sakarın tekiyimdir ben. Düz yolda ayağımı burkar veya düşerim. Bunun sebebi de yürürken, dolaşırken detaylara takılıp önüme bakmadığım içindir. Yaşadığım şehirde gezerken bile tepelere bakarak dolaştığım için tökezlerim bir vesile ile. ‘Önemli olan bakmak değil, baktığını görebilmektir’. Ressam babam ve Cumhuriyet döneminin iyi fotoğrafçılarından olan büyükbabam hep bunu söylerlerdi bana çocukken. Ben de her baktığımın ardındakini, özünü görmeye çalışırım.

Daha uçaktan belli ediyor kendini Hayastan’ın renkleri. Giderek altımızda yükselen dağların kahverengiliği ve yavaş yavaş beyazlaşan tepeler Ararat’a yaklaştığımızın müjdecisi. Birşeyler var o dağların, o dağ hüznünün ardında. Bunları bulmaya gidiyorum Hayastan’a. Biraz sonra Ararat beni selamlıyor. ‘Şimdi bana iyi bak, oradan birşey göremeyeceksin’ diyor sanki. Uçak inişe geçiyor, uzay üssüne benzeyen Zvartnots havaalanı gözüküyor. Etraftaki binaların üzerine vuran akşamüstü güneşinin kızıllığı altında Ermeni taş işçiliğinin farkı daha şimdiden kendini belli ediyor.


Yerevan çok güzel bir şehir. Güzel de planlanmış. Ben kendimce iki merkez gördüm şehirde, bunlardan çıkan yollar ise hep birbirine paralel caddeler ve onları dik kesen cadde ve sokaklar. Hippodamos planı. Bunun çevresini de bir kemer çeviriyor. Zaten her küçük ölçekli şehir böyle planlanır. Ama beni esas etkileyen şehrin planı değil, bu planın içine oturtulmuş olan mimarinin detayları oldu. Gazeteci dostlar ‘Ne kadar renksiz bir şehir’ dediler, Yerevan için. Bir de Doğu Bloku havasının hakim olduğunu söylüyorlar. Hayır efendim; dikkatli bakın göreceksiniz, bu şehir renksiz değil ve Doğu Bloku havası mimari için söylenemez. Ermeni taş işçiliğinin detayları o mimariyi ezip geçmiş. Yerevan’a gidişim Türk gazetecilerin de orada bulunduğu tarihe denk düştü. Kimi zaman onlarla ama çoğu zamanımı da şehirde yürüyerek geçirdim. İşte burada şehrin planı önem kazanıyor... Yerevan’ı  yürüyerek gezecekseniz.
 
Vernisage’ı geziyoruz
 
Sabah erkenden çıkıp Vernisage pazarına gitmek istiyorum. Raffi ve Sabel de benimle gelecekler. Raffi Kojian www.cilicia.com’un kurucusu. Sabah aramamı istiyorlar. ‘Dokuz erken mi olur?’ diye sorunca, Sabel ‘Ben her sabah su için yedide kalkıyorum’ diyor. O an fark ediyorum, şehirde hala su yok. Belli saatlerde veriliyor her gün. 


Yolu uzatıp gitmeye karar veriyorum Vernisage’a. Önce cumartesi akşamüstü Opera meydanında gördüğüm ressamların eserlerine bakacağım. Saat daha çok erken. Kadınlar yerleri süpürüyor meydanda.  Ressamlar henüz resimlerini yeni diziyorlar. Oldukça büyük boyutta resimler bunlar, açık hava sergisinin turistlere yönelik olmadığı ortada. Ressamların kimi bana gülümsüyor, kimi selam veriyor.



Vernisage’da el işi tuzluklar beni çok etkiliyor. Hepsi kadın şeklinde ve göbeklerinde kocaman bir delik var, içinde de tahta bir kaşık. Bunları yapan adam bana bir kitap gösteriyor. Tuzluklar aslında dağlarda neredeyse insanın bacakları boyunda. Parajanov  Müzesinin arka bahçesinde Parajanov’un yaptığı orijinal büyüklükte bir tuzluk var. Orijinallerinde olduğu gibi tuzluğun deliği kadının kocaman açılmış ağzı. Elleri de belinde.



Kış aylarının sarı-kahverengi hüznü içinde Vernisage’ı geziyoruz. Dünyanın sayılı bit pazarlarını bilirim. Burası farklı. Kimi zaman Anadolu’daki pazarları, kimi zaman Ortaköy’ü anımsatan görüntüler de var. İnsanın içine baygınlık verecek kadar çok matruşka bebekleri de görmezlikten gelirseniz, çok orijinal şeyler yakalıyorsunuz.


Buradaki ressamların resimleri daha çok turistlere hitap ediyor. İki tane alıyorum, küçük boy. Biri Ararat, o ilk gün uçaktan gördüğüm dağların üstüne vuran akşamüstü güneşinin renkleri var resimde. Diğeri de bir küçük kilise, su kenarında. Dağlarda suya özlem duyuyorum birden. Israrla o iki resmi istiyorum onca resim arasında. 




 
Duduk satan adam tezgahındaki duduklardan birini çalmaya başlıyor. Tanıdık bir ezgi. Dağların hüznü çöküveriyor bir anda şehrin üstüne. Sonuna kadar dinliyorum hüzünlenip. Bu güzel sesten etkilenmeyenler de var etrafta. Hemen yandaki tezgahta dört adam ayaküstü kağıt oynuyorlar, hızlı hızlı. Biraz ileride standların oluşturduğu yolların tam orta yerinde bir yağlı boya tablo: Sibel Can. Aklıma şehrin her yerindeki kiosklarda gördüğüm, büyük ihtimalle Rusya’dan gelen, üzerinde Tarkan resmi bulunan çikolatalar geliyor. Bir sürü hediyelik eşya alıyorum dostlarıma. Paramı ödedikten sonra hiçbir satıcı gitmeme izin vermiyor, illa yanında bir hediye verecekler.


Bir gün önce Türk gazetecilerle gezerken rehberleri Ara’nın ressam olduğunu ve bir galeride üç eserinin sergilendiğini öğreniyorum. Toumanian caddesi üzerindeki Galeri 29’a gidiyoruz. Avrupadaki galerilerden farkı yok, hayran oluyorum. Beni en mutlu eden, galeriyi işleten Karine Balayan’ın söylediği bir cümle: ‘Burası eskiden restorandı, sonradan galeri oldu. Halbuki dünyanın her yerinde tersi olur.’


Kış aylarında Hayastan’ın sarı-kahverengi hüznünde gerçek renklerini göremiyorsanız, mutlaka ressam Martiros Saryan’ın müzesine de uğrayın. Hayastan’ın renklerini onun eserlerinde bulacaksınız.
 
Saklı Kilise!
 
Öyle bir yer ki burası, her köşesi sanat kokuyor. Sanatına ve sanatçısına bu kadar önem veren bir ülke görmedim ben. Her köşede bir heykel var. Şehirde birçok evin giriş kapısında birşey dikkatimi çekiyor. Bir insan kabartması, genellikle bir büst. Önemli kişilerin yaşadıkları evlerin üstünde var bu, altında da mutlaka bir yazı. Bilim adamları, ressamlar, şairler, piyanistler... Bir ev görüyorum merkeze bağlanan bir sokakta. Ev çok güzel ve eski. Binanın her taşı numaralı Düşündüğüm şey doğru çıkıyor. Bu evi başka bir yere taşıyacaklarmış sonra vazgeçmişler. Bir piyanistin eviymiş. Ege mimarisini hatırlatan ahşap evlerde muhteşem cumba ve balkon detaylarına rastlıyorum. İnci gibi işlenmiş. Çoğu çürümeye yüz tutmuş, kaderine terk edilmiş. Evlerin binaların üzerlerini asmalar sarmış kimi zaman. Bazı binalarda bana Katalan mimar Gaudi’yi hatırlatan detaylara bile rastladım.


İşte size çok kişinin bilmediği bir tarihi eser daha. Sayat Nova’nın Abovian Caddesiyle birleştiği köşede yer alan binanın bitiminden sola dönüp, arkasına dolaşın. Minicik bir kilise cıkacak karşınıza. Sanki ‘Saklı Kilise’. Önü açık hava müzesi gibi. Kiliseye ait eski taşları dizmişler.
Abovian Caddesi’nin Cumhuriyet Meydanı ile birleştiği yerde de bir yaşlı adam heykeli, kolunda sepet, elinde çiçeklerle gelip geçene gülümsüyor. Fotoğrafını çekince insanlar da bana gülümsüyor. Bu adam yaşamış ve tam da orada, gelen geçen tüm güzel kadınlara çiçek verirmiş.




Minicik tek göz oda evler restoran olmuş. Nerede yemek yerseniz yiyin, ister otelde ister bir lokantada, en heyecan veren şey, eski porselen tabaklar, çatal-bıçaklar ,bazen cam bazen de kristal ama mutlaka süslü bardaklar ve kadehler. Bazılarına zevksizlik gibi gelebilecek bu detay bana müthiş bir sofra kültürü izlenimini verdi ilk anda. Öyle de zaten. Her gece ‘haş’ (paça çorbası) içeceğiz diye gittiğimiz lokantada haş’ın sunulduğu çorba kasesi, içindeki çorba ve et ile iki kişiyi doyurur.  ‘Bol kepçe restoran  her yer. O kadar büyük ve fazla ki porsiyonlar, gündüzleri yemek yemek aklıma bile gelmedi.


Şehirde dolaşan hayvan çok az. Topu topu 5 kedi ve 30 tane de köpek gördüm. Köpeklerin hemen hepsi sahipli, kediler de avluda yaşar sokaklara çıkmazmış. Çok az başı boş köpek var. Ne kadar kedi ve köpek gördümse hepsini sevdim. Ama hiçbir yerde bu kadar çok çiçekçi dükkanı ve çiçek görmemiştim. Ne kadar çok meyve var. Her köşede satılıyor. Nar. Hayastan’ın sembolü. Bereket, biri bin yapmak geliyor aklıma. Bana hediye edilen tahtadan yapılmış nar kolyemi hiç çıkartmıyorum boynumdan. Konuştuğum Türkçe’yi herkes övüyor.’Azeriler gibi konuşmuyorsunuz, Istanbullu musunuz?’
.
 
Bir yüce gönül
 
Yerevan’da sular belli saatlerde akıyor, gaz yok. İnsanlar bu soğuklarda nasıl ısınır? Bazı yerlerde elektrik sobaları ısıtıyor mekanları, bazıları onu da bulamıyor. Benzin desen sokak köşelerinde bidonlarda satılıyor azar azar. Garip tezatlar var: Zengini zengin, fakiri de tam fakir. Ama gene de bir şey var o dağ hüznünün ardında. Serzeniş, kırgınlık, kızgınlık, dargınlık yok insanlarda. Minicik maaşlara denk rakamlar ödeyip çıkıyoruz lokantalardan. Mönülerdeki yemeklerin fiyatları emekli maaşlarına denk...


O dağ hüznüne ve fakirliğe bir daha baktım, ardında sağlam temeller üstünde duran bir kültür, bir sevgi ve bir yüce gönüllülük gördüm. Burada bir şeyin daha ayrımına varıyorum, baktığının ardındakini görebildiğin zaman gördüğünü seviyorsun.


Dönüş yolunda uçağın penceresinden Ararat'a sitem ediyorum: 'Hain! Yüzündeki peçeyi bir gün olsun kaldırmadın. Göremedim Yerevan'dan seni.' Cevap veriyor: 'Sen de güzel havada gel!' Gülümsüyorum... Göz kırpıyorum Ararat'a. Geleceğim!


(31 Aralık 1999 tarihinde AGOS Gazetesi'nde çıkan yazımdır)



15 Ocak 2016 Cuma

Bir Yalnızlık Öyküsü


Hep hüzünlendirir beni Trabzon Müzesi.

Trabzon'da tur yapılacaksa nerelere gidilir? Trabzon Aya Sofyası, Atatürk Köşkü, Sümela Manastırı... Tabii daha pek çok yer katılabilir ama klasik olan budur.

Trabzon Müzesi genelde es geçilir. Neden? Müze bekçileri diyor ki, müzenin önüne araba giremediği için... Olur mu öyle şey? Trabzon merkezde inersin, oradan kaç adımlık yol ki müze? Bu bir bahane olamaz.

Her zaman söylerim; bir şehri tanımanın en güzel yolu, onu yürüyerek gezmektir.

Atılacak birkaç adım için olamaz bu ihmal... Unutulmak... Hatırlanmamak... Olsa olsa bu olabilir.

Hep hüzünlendirir beni Trabzon Müzesi.



Müthiş bir konak. Bugün artık çarpık yapılaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan çirkin binaların arasında kalmış bir konaktan bahsediyorum. Fakat gene de konağın bahçesine adım attığınız anda bambaşka bir dünyada hissediyorsunuz kendinizi.


Garip bir büyü var sanki bu konakta. Bahçeye girdiğiniz andan itibaren dışarıyla irtibatınız kesiliveriyor bir anda. Birden sesler kesiliyor, bir boşluğun içine çekiliveriyorsunuz ve bir hüzün sarıyor etrafınızı.


Bir banker... Kostaki Theophylaktos. 20. yüzyılın başlarında konut olarak yaptırıyor bu konağı. Mimarları kimdi, bilmek isterdim ama kimse bilmiyor adlarını. Tek bilinen İtalyan oldukları ve yapı malzemesinin çoğunun İtalya'dan geldiği.


Alıcı gözle baktığınızda, hemen diğer mimari eserlerden oldukça farklı bir binayla karşı karşıya olduğunuzu fark ediyorsunuz. Bodrum katıyla birlikte dört katlı olan konağın cephesi hem simetrik değildir, hem de çatı yükseklikleri farklıdır.


Trabzon'da hemen dikkati çeken bir yapıdır değişik mimarisiyle. Ama Türkiye genelinde de kesinlikle parmakla gösterilecek türden bir yapıdır ve memleketin sayılı sivil mimarlık örnekleri arasında sayılır. Dış cephesi tamamen İtalyan mimarisi özelliklerini gösteren konağın iç kısımlarında ise epik bir mimari vardır. Konağı gezerken Rokoko, Art-Neo ve Neoklasizm sanat akımlarının etkilerini görür bilen gözler. Konağın bodrum katı haricinde tüm duvarları rokoko kalem işiyle süslenmiştir örneğin. Ahşap işçiliğinde Rus sanatının etkileri görülür. Konağın radyatör petekleri bile kabartmalarla süslüdür.

Daha demir parmaklıklı kapıdan bahçeye adımınızı attığınızda o büyü sizi ele geçirecektir. Bir kere koca bir şehrin merkezinde, yüzlerce hatta binlerce insanın akın akın yürüdüğü bir caddenin köşesinde, onlarca iş yerinin ve yüksek binaların arasında nasıl olmuş da böyle bir cennet köşe ayakta durmayı başarabilmiş diyeceksiniz eminim.

Çok güzel ama her nedense epeyce hüzünlü bir bahçe sizi karşılayacak ve konak içeri davet edecek.


Nefesinizi tutup gireceksiniz içeri. Büyü o kadar kuvvetli ki...

Konağın hikâyesi de bir o kadar hüzünlü...

Sene 1917. Bir bankerin başına gelebilecek en büyük felaket geliyor bizim banker Kostaki Theophylaktos'un başına.  Adam iflas ediyor. Bütün mal varlığına el konuluyor. Bu konak da el konulanlar arasında.


Haraç mezat satılan konak, Nemlioğlu ailesi tarafından satın alınıyor. Millî mücadele yıllarında karargâh binası olarak kullanılıyor.

15 Eylül 1924'te Mustafa Kemâl Atatürk Trabzon'u ziyaret ettiğinde, konaklaması için bu konak düzenleniyor. Atatürk, eşi Latife Hanım ve beraberindekiler bu konakta kalıyorlar. (Aman karışmasın, bu bina Atatürk Köşkü diye bilinen köşk değildir. Üç sefer ziyaret eder Atatürk Trabzon'u. Bugün Atatürk Köşkü olarak bilinen yapı, Konstantin Kabayanidis tarafından 1890'da yazlık olarak yaptırılan yapıdır ve Atatürk 1937'deki Trabzon ziyaretinde burada üç gece konaklamıştır.)


Daha sonraları Trabzon Valisi Ali Galip Bey zamanında (görev süresi: 1927 - 1932) konak 25.000.- TL bedel karşılığı kamulaştırılır ve 1927 - 1931 yılları arasında Hükümet Konağı, 1931 - 1937 yılları arasında da müfettişlik binası olarak kullanılmıştır.

1988 - 2001 yılları arasında ise Kültür Bakanlığı tarafından restore edilmiş ve 2001 yılında da Trabzon Müzesi olarak ziyarete açılmıştır.

Müzeye adım atar atmaz, yani bahçedeki o atmosferden, o büyüden kendinizi kurtarıp da merdivenleri çıkıp kapıdan içeriye adım atmayı başarabildiğiniz anda, eskimenin rutubetle karışan o bildik kokusu çarpıyor suratınıza.
Kalbim duracak gibi oluyor benim her sefer o kapıdan girer girmez. Beni nelerin beklediğini bilmeme rağmen ağır çekim hareketlerle binanın içinde dolaşmam nasıl açıklanabilir bilemiyorum. Ama diyorum işte, büyüleniyorsunuz. O mimarinin, o ustalığın, o atmosferin karşısında büyüleniyorsunuz. 


Zemin katta binanın mimari yapısı, detayları büyüleyecek sizi öncelikle. Sonra da döne döne dolaştığınızda bu katta, yani bir odadan öbürüne gittiğinizde burada neler yaşandığını keşfetmenin büyüsüne kapılacaksınız.





Zemin katın arkeolojik eser sergilemesi de tek kelime ile harika. En üst katta da etnoğrafik eserler var ama o üst kat da başlı başına bir mevzu, mimari açıdan.





Mutlaka görmeniz gereken bir müze, çok önemli bir bina. Gittiğinize pişman olmayacak, tam aksine yeni bir cennet keşfetmenin hazzını da yaşayacaksınız...

Ama beni hep hüzünlendirir Trabzon Müzesi.

Bu hüznümün bir sebebi çok az ziyaret ediliyor olmasıdır. Mutlaka tur programlarına katılması gereken bir müzedir.

Bir diğer sebebi ise hüznümün, dediğim gibi, acıklı öyküsüdür konağın.

Bir yalnızlık öyküsü...

(15 Ağustos 2013 tarihli yazımdır)

4 Ocak 2016 Pazartesi

Sevgilim Mardin - 1

SEVGİLİM MARDİN - 1

MARDİN'DE BİR AKŞAMÜSTÜ



Cercis Murat Konağı'ndan, Kasımiye Medresesi'nden, Postane'den, Zinciriye Medresesi'nden, Şehidiye Camii Medresesi'nin tepesinden, Marangozlar kahvehanesinden ya da başka bir yerden... Akşamın Mezopotamya ovasının üstüne inişini seyredin. Güneşin, kızıla boyadığı taş evlerin üzerinden size veda edip yerini geceye bırakışını mutlaka bir yerlerden yakalayın. Çünkü Suriye yönünden dalga dalga gelen ve her geçen dakika koyulaşan o mavi renk, Mezopotamya ovasını biraz sonra koskoca bir denize çevirecek. Mardin'in evleri karanlıkta kalacak ve kalenin aydınlatılmasıyla şehir, usta bir kuyumcunun elinden çıkmış koca bir tek taş pırlanta yüzüğe benzeyecek.


Bu manzarayı seyrederken insanın aklından, dünyanın hiçbir yerinin Anadolu gibi renkli bir tarihe sahip olamayacağı geçiyor. Hangi topraklar bu kadar kültüre beşik olmuş, anavatan olmuş, köprü olmuş? Şehrin inanılmaz bir çekiciliği var. Bunu, İ.Ö. 8000'den günümüze uzanan kültürler resmi geçidine borçlu. Um-Dabagiye, Hassuna, Samara ve Halaf kültürlerinden, Uruk, Hurri, Akad, Hitit, Mitanni, Asur, Arami, Med'lere; Persler, Büyük İskender, Selevkoslar, Abgarlar, Ermeniler, Romalılardan, Sasaniler, Bizans'a; Artuklulardan İlhanlı-Moğol, Karakoyunlu, Akkoyunlulara; Osmanlıdan günümüz Cumhuriyet Türkiye'sine bir resmi geçit...


Kentin bu tarihi ve kültürel dokusu, onu dinler tarihi açısından da önemli kılıyor. Özellikle Süryanilerin İ.S. 38 yılında İsa dinini kabul ettikleri "İnananlar Dağı" ya da "Köleler Dağı" anlamına gelen Tur Abdin'in, Mardin-Midyat Eşiği diye adlandırılan bu bölgede olması.


Mardin'i gezerken uyum içinde bir potada eriyen bu renkler, tek tek ortaya çıkıp birbirinden ayrılarak tüm ihtişamıyla kendini göstermeyi biliyor. Çarşı, han, kervansaraylar, cami ve mescitler, külliyeler, medreseler, zaviye ve türbeler, hamamlar, eski ve yeni kiliseler, manastırlar, okullar, köşkler, kasırlar ve şehrin en dikkat çeken, onu diğerlerinden ayıran en büyük özelliği olan taş işçiliği ve bunun sonucunda ortaya çıkan konut mimarisi...

Renkli labirent

Mardin'i gezerken içinizde oldukça büyük bir heyecan yaratacak yer hiç şüphesiz çarşısı olacaktır. Mardin çarşısının şehrin ana caddesini de içine alan kendine özgü labirent planı içinde kaybolma keyfini kendinizden esirgemeyin. Çarşıya Cumhuriyet Meydanı tarafından girdiğinizde Güneydoğu Anadolu kentlerinde görmeye pek alışık olmadığınız bir manzarayla karşılaşacaksınız. Rengârenk, çeşit çeşit sebzeler... Ama bu manzara size lokantalarda Ege yemeklerine benzer tatlarla karşılaşacağınızı düşündürmesin. Mardin mutfağının kendine has özellikleri onu diğer Güneydoğu Anadolu mutfaklarından da ayırıyor. Baharat zengini bu mutfakta neler yok ki!.. Tarçınlı patlıcanlı pilav, nar ekşili salata, kaburga dolması, cevizli yeşil zeytin salatası, işkembe dolması, zencefilli limonata, haşlanmış ve kızartılmış içli köfte, peynirli helva, kakuleli kahve... Sonra kumaşçılar, bakırcılar, leblebiciler, kuyumcular, gümüşçüler, terziler, ayakkabı tamircileri, marangozlar, kalaycılar, baharatçılar, kahveciler, tütüncüler, çaycılar, antikacılar, semercilere rastlayacaksınız çarşıda.


Semercilik hala yaşıyor. Bunun nedeni şehrin mimari dokusunun özelliği olan dar ve yokuşlu sokakları ve tek ulaşım aracı olan eşekler, katırlar, atlar. Çarşının daracık sokaklarında, tıpkı şehrin sokaklarında ve abbaralarında olduğu gibi eşekler çıkacak karşınıza, genelde boz ya da beyaz. Kenara çekilip yol vermeniz yetmeyebilir, dikkatli olun! Bir rodeocu gibi eşeğin üstüne kurulmuş çocuklar o kadar hızlı koşturuyorlar ki eşekleri, genelde kendinizi bir dükkâna girip koruyabiliyorsunuz. Fotoğraf çekmek isterseniz hiç istisnasız herkes eşeğini durdurup poz veriyor.


Mardin'de, Güneydoğu'ya has eşarpların, puşilerin, Suriye'den getirilen kumaşların büyüsüne kapılıp alışverişe başlayacak, fiyatlar karşısında pazarlık bile etmeyi aklınıza getirmeyeceksiniz. İnsanlar sevecen, iyi niyetli. Bakışlarınızı kime çevirirseniz bir gülümsemeyle karşılaşıyorsunuz. Selamınızı alan esnaf, hemen dükkâna davet ediyor yabancı konukları. Sohbetlerin tadına doyulmuyor. Konu hep aynı: Mardin ve Mardinli olmak.

Kakuleli mırra

Her köşede bir terzi görüyorsunuz; erkek terzileri, kadın terzileri... Kadınlar kıyafetlerini terzilere diktiriyorlar. Birkaç saat içinde çarşıda gördüğünüz o kadife ya da doğal kumaşlardan ummadığınız güzellikte, tahmin edemeyeceğiniz modellerde kıyafetler çıkıyor. Neden bu kadar çok terzi olduğu sorulduğunda, hepsi ağız birliği etmiş gibi "Biz kafadan ölçü alıp dikeriz, siz Istanbul'da kalıptan" diyorlar.


Eski bir berber dükkânının önünden geçip bir baharat dükkânının önünde buluyorum kendimi. İçerideki her detay çarpıyor insanı. "Osmanlı Baharat" adlı dükkânın sahibi Gültekin Bey sabırla her soruya yanıt veriyor. Raflardaki baharat çekmecelerinin üzerindeki etiketlerde manilerle ne işe yaradıkları anlatılmış. Sadece Mardin'e has, damarları açan, karaciğer ve kandaki hastalıkları temizleyen, saradan felce, şeker hastalığından sarılığa ve pek çok başka derde deva "küşut" otundan alıyorum.


Çarşıdaki ayakkabı tamircileri artık büyük şehirlerde göremeyeceğimiz bir resim çıkartıyorlar ortaya. Çarşının dışına çıkıp kuyumcu dükkânlarına göz gezdiriyorum. İki Ermeni Katolik aile kalmış Mardin'de. Onlar da birbirleriyle akraba. Bu ailelerden Mansur Uğurgel kuyumcu. Malum kuyumculuk sanatında kakma, mıhlama ve sadekârlık Ermenilere hastır. Eskiden telkari ustasıymış, şimdi yapmıyor artık. Mardin'de kuyumcularda bulacağınız altın 22, 21 ve 14 ayar. Osmanlı bağlantısı nedeniyle kuyumculuğun yaygınlaştığı Halep, Şam ve Musul'dan geliyor mallar. İnsanların tembelliği ve devletin de el emeğini desteklememesi nedeniyle bu işin ölmeye yattığını söylüyor Mansur Usta. Sohbet esnasında ikram edilen Mardin'e has kakuleli "mırra"nın tadını başka hiçbir yerde bulmak mümkün değil. Artık kakulesiz kahve içemeyeceğimi anlıyorum.


Biraz ileride bir sabuncu dükkânı dikkat çekiyor. Yabani fıstık yağı (bıtım) ve menengiç (kezvan) denen iki tür sabun var. Mardin Lokmanhekim Sabunu denen ve toprağa bile zarar vermeyen bu doğal sabunlar, saça ve cilde çok faydalıymış. Sahipleri şimdilerde, Japonya'dan gelen kimya mühendislerine doğallığını onaylattırdıkları sabunlarının patent tescil işleriyle uğraşıyorlar.

Corç Usta

Mardin'deki tek telkari ustası olan Süryani Corç Usta, bugüne kadar içtiğim en güzel çayı ikram ediyor. Telkâri, eritilerek farklı kalınlıkta çekilmiş teller haline getirilen madenin işlenmesi zenaati. Bu yöreye has olması onu daha da değerli kılıyor. Mardin gümüş telkari işleriyle dolu dükkânlardan geçilmiyor. Alıcısı çok. Ama 40 senedir bu işi yapan 46 yaşındaki Corç Usta dışında üreten de yok. Yanında, ikisi haricinde hepsi Müslüman on kişi çalıştırıyor. İki oğlu da canla başla ve sevgiyle çalışıyorlar minicik atölyede. İşini onlara devredecek. Telkâri yorucu, stresli ve sabır gerektiren bir iş. "Bu işi yapmak için hem aşığı, hem muhtacı olacaksın" diyor Corç Usta, "Sırf para kazanmak için yürütemezsin!" Benimle konuşurken bir yandan da modelini kendisinin yaptığı saç tokalarını üretiyor. Corç usta modelleri gece rüyasında görürmüş, sabahın beşinde bilemedin altısında atölyeye gelir bunları çıkartırmış. "Eskiye nazaran talep çok ama usta yok ki eleman yetişsin" diyor. Midyat'taki 80-90 ustadan da iki-üç tanesi kalmış.


Mardin çarşısından Marangozlar kahvehanesine uğramadan çıkmak olmaz. Mardin'in en otantik mekânlarından biri. Mardin'de mutlaka kahve kültürünü yaşamak ve mırra adı verilen yöreye has kahveyi içmek gerek. Marangozlar kahvehanesine giderken bakırcıların ve antikacıların önünden geçiliyor. Bakır kaplar, testiler, mırra cezveleri... Antikacılarda güzel eski Mardin'e has el işi kaplar...

Çöpçüler ve eşekleri

Kentin topoğrafyasıyla bütünleşen mimari yapısı hayranlık verici. Kimsenin evinin kimsenin güneşini ve havasını kesmediği bir mimari. Evlerin teraslarında, üzerinde yaşam sürülen tahtlar; sıcak yaz gecelerinde akreplere, böceklere karşı bir koruma. Yemek yenilen ve yatılan mekânlar bu tahtlar. Her evin terasında var. Evlerin dış cepheleri enteresan taş işçiliği örnekleriyle dolu. Taş işçiliği de bu yöreye has. En görkemli biçimiyle Mardin ve Midyat'ta karşımıza çıkıyor. Bu zenaatın en güzel örnekleri çoğunlukla Ermeni mimarların ve bazı Müslüman mimarların elinden çıkma yapılar.


Mardin'in dar sokakları ve abbaraları da şehrin en etkileyici mekânları. Buralarda dolaşırken günün değişik saatlerinde çöpçülere rastlarsınız. Yanlarında bir veya iki eşek bulunur. Bu eşekler o çöpçülere zimmetlidir ve belli bir zaman sonra da belediyeden emekli olurlar. Bir eşeğin ancak geçebildiği bu daracık sokak ve abbaralarda çöpler bu eşeklerle toplanır. Yol vermek için kenara çekilip "Kolay gelsin" dediğiniz, beline kırmızı puşi (ağa puşisi derler Mardin'de) bağlamış bir çöpçüden alacağınız cevap: "Başım gözüm üstüne!" Selamınızı alan herkesin ağzında bu cevap. Mardin insanına has bir zariflik bu. Mardinliler de hem şehirlerinin hem de insanlarının güzelliğinin farkında ki, yabancı olduğunu anladıkları herkese sordukları ilk soru: "Mardin'i beğendiniz mi?" İkinci soru ise: "İnsanlarımızı sevdiniz mi?" Bu sorulara "Hayır" cevabını vermek zaten mümkün değil. Bu cevabın devamında sohbetin konusu şehrin sorunları...


Genelde İslam kentleri cami çarşı ekseninde kurulur. Mardin'i diğer İslam kentlerinden ayıran özellik ise mahalle yapısını ve şehir eksenini su kuyu ve pınarlarının belirlemesi. Coğrafyacıların Mardin-Midyat Eşiği dedikleri bu bölge Türkiye'nin en kurak yeri ve sarnıçlar diyarı. Uygun sulama yok, su kısıtlı. Eskiden 30 metrede ulaşılan suya bugün pek çok yerde 120 metre civarında ulaşılabiliyor. Şehrin su problemi oldukça büyük. Gece ve gündüz sadece belli saatlerde verilebiliyor su. Aslında su problemi kendini bölgenin farklı yerlerinde de gösteriyor.


Mardin'in sorunları bu kadarla sınırlı değil. Şehre yönelik sanayi yatırımları yetersiz. Onlar da tekstil ağırlıklı. Bu nedenle, Mardin Diyarbakır yolunda sadece üzüm bağları değil, pamuk tarlaları da görüyorsunuz artık.


Kent çarşısı, mahalle araları, Mardinlilerin doyumsuz sohbeti, çaylar, mırralar derken, akşam iniyor Mardin'in üzerine yine, güzel taş evler kızıla boyanıyor. Cercis Murat Konağı'nın terasına oturup Mezopotamya ovasına bakıyorum. Yavaş yavaş hava kararıyor, mavi renk dalga dalga koyulaşarak üzerime doğru geliyor. Akşam yerini geceye bırakırken ova denize dönüşüyor.

Görmeden dönmeyin!

Mardin'e yolunuz düşerse, mutlaka Süryani kültürünün bir parçası olan, dini motiflerin kilise perdelerine ve evlerin konuk odalarına nakşedildiği baskı ve boyama sanatının son temsilcisi, 85 yaşındaki Nasra Teyzeyi de ziyaret edin.

Kentte görülecek çok yer var. Ermeni mimar Lole'nin eseri 19 yy yapısı Şatana ailesinin konağı olan bugünkü postane binası; Artuklu eserlerinden Ulu Cami; Şehidiye Camii Medresesi; tıp, felsefe, astronomi derslerinin dışında din eğitimi verilmeyen Kasımiye Medresesi; Gazipaşa İlköğretim Okulu; tıp, felsefe ve astronomi yanı sıra din eğitimi de verilen Zinciriye (İsabey) Medresesi gibi pek çok görkemli yapının yanı sıra Mardin Metropolitlik Kilisesi durumundaki Kırklar Kilisesi ve eski bir tapınağın üzerine kurulmuş Deyrülzafaran manastırı şehrin önemli yapıları. Bu kilise ve manastırdaki taş işçiliği ve iç mekân çalışmalarına hayran kalacaksınız.

Mardin'in içinde mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri de Erdoba evleri. Otel olan bu konak son derece güzel restore edilmiş.

Bir diğeri Cercis Murat Konağı. Ebru Baybara Dökmen'in işlettiği bu konakta aynı zamanda Mardin mutfağının en güzel yemeklerinin sunulduğu bir restoran da var.

Mardin'in civarı da son derece önemli ve güzel. Midyat, Kızıltepe, Nusaybin, Savur, Dara gibi yerleri ziyaret etmeden Mardin'den gitmeyin. Midyat'ın taş işçiliğini yerinde görün, atölyeleri gezin. Midyat'ın çarşısı, Devlet Konukevi ve civar köyleri görülmeye değer yerler. Özellikle Barıştepe (Salah) Köyü Mor Yakup Manastırı, Anıtlı (Hah) Köyü Meryemana Kilisesi ve Süryani Kadim cemaatinin en büyük ve en ünlü yapılarından biri olan Deyrulumur (Mor Gabriel) Manastırını ziyaret etmeniz şart.

Diğer adı Anastasiopolis olan Dara harabelerinde kilise, saray, çarşı, zindanlar, tophane ve su bendi görülebilecekler arasında. En görkemli yapı da yeraltında bulunan Dara zindanları.

Savur'a yolunuz düşerse, kapısında "Allah nasip etti bana bu evi yapmayı, bundan sonra kime nasip olursa ona ve çocuklarına ömür boyu mutluluklar" yazan Ahmet Öztürk evini (Abdullah Bey Konağı) gezin. Konukseverlikleri karşısında şaşırıp kalacaksınız.

Mutlaka Kıllıt köyünü, köydeki kilise ve mezarları da görmek gerek. Şimdilerde terk edilmiş olan köyde birkaç aile yaşıyor. Kiliseleri ve mezarların taş işçiliği ve çeşitlilik şaşırtıcı boyutlarda.

(Not: Bu yazım 2003 yılında yazılmış ve Crossroads Dergisi’nde yayımlanmıştır.)